Eski Mayalar
Selamlaşırken “Lak’ech ala k’in” Diyorlardı.
Yani “Ben, Senim”
Demek!
Mevlana ise Buna
Kestirmeden Biz Diyor
Sanırım Bu Daha Sevimli...
Çatalhöyük İnsanı Atalarıyla Birlikte Olmak İçin
Mezarlarını Yaşadıkları Eve Gömerlerdi.
Yamyamlarsa
Ölülerini,
Kendi Vücutlarında Yaşasın Diye Yiyorlardı.
Birlikte Olabilmenin Birçok Yolu
Var ; Ama En Zoru Aşık Olmak...
İnsan Egosunu Tamamen Dizginleyince Bilgelik Yoluna Girmiş Oluyor.
Eskiler Böyle Düşünürdü. Bir Hiç Olduğunu Fark Ettiğinde!
Bütün Bilgilere Sahip Olmak, Bilgeleşmek, Bize Ne Kadar da Tuhaf Geliyor değil mi?
Zaire’nin Tanganika bölgesinde yaşayan Tabva insanı da böyle düşünür,
çıplak sırtlarına V şeklinde çizilen iyinin ve kötünün haritasıyla yaşarlar,
ve sadece birini seçerler...
Ben her şeyim dediğinde ise aşkı tanımış
oluyorsun, yine eskilere göre. Tüm varlıkların toplamısın. Kuşlar, böcekler,
yapraklar, rüzgâr, tüm doğa. Böylesi sanki daha anlaşılır.
Derlerki burası aşıkların kabesidir, eksik gelen tam çıkar burdan. Bu vakur halet sizi konuşturmaz yalnızca dinlemeyi
öğrenirsiniz burda.Çünkü yalnızca anlatmayı bilenlerin çok şey öğrenebileceği
bir yer burası.Gözleriniz kapalıyken yalnızca kafanızın içini görmeyi deneyin
;çünkü aklından geçenleri dize getiren ,gönlüyle düşünmeyi de
başarabilirler; çünkü yüreğiniz kafanızın için henüz dar sayılır.Bir
değil onsekiz kapıdan geçseniz bile!
Mevlana'nın Mesnevi'si on sekiz beyitle
başlar. Mevlevi dervişi olmak için tekkede on sekiz gün hizmet edilirdi. Sonra
on sekiz mumlu hücrede on sekiz gün daha çile çekilirdi. Mahabarata on sekiz
kitaptır. Besmele on sekiz harf. Kuzey mitoslarının birinci Tanrısı Odin, on
sekiz şey biliyordu.Ve aşkın bedende filizlendiği en güzel yaş ,onsekiz
hümetine! İşte başlıyoruz!
"Vakt-i şerif hayrola! Kulûb-ı âşıkân küşâd ola!!…
"Derviştik zordur. Çileyi Kırmak
ise hiç iyi değildir. Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak,
haksız yere söz işitmek vardır. Kısacası Dervişlik Ölmeden önce ölmektir.
Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git.
İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur" diyorlardı dervişlik
için dergah kapısına gelenlere. Buna rağmen Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün
çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz'a Can
denilir ve 1001 gün sürecek çile böylece başlardı diye anlatıyor Naim,
sonrada dergahtaki günlük hayat hakkında epeyce konuşuyoruz.
Canların Vuslatı
Canların Vuslatı
Dergaha girmenin ilk şartı
bahsettiğimiz kurallara uymak.Madem ki şartları kabul edip dergaha alındınız
o halde sıradaki aşama olan çile çıkarmayı bilmemiz gerekiyor.Tarikate girmek
isteyenler "Çile" yi âsitânede çıkarırlardı. Farsça'dan dilimize
geçen "Âsitân" kelimesi, " Padişahların dergahı; Nebilerin,
velilerin kabirleri; gibi anlamlara geliyor. Ayrıca tarikat liderinin kabrinin
bulunduğu yapı.Bu sebeble Âsitâneye "Huzur-u Pir" , "Pir
Evi" de denilmiş.
Dergâh" ise Farsça "Kapı, kapı mahalli, eşik, tekke, toplanılacak
yer," gibi anlam geliyor. Daha geniş anlamlara ve mahiyete sahip.Asitane
dergahta bulunur ve içeriğinde bir çok manevi unsur bandırır.Naim bana dergahın
7 kapısı olduğunu söylüyor.
Her daim Kur’an okunan tilavet kapısından girildiğinde Huzur-u Pir
(Mevlananın makamı)’e gidildiğini, ve çerağ kapıdan çıkıldığını
söylüyor.Burada Horosan Erleri, Kibâbü'l-Aktâb (Üç büyük Mevlevi )
makamı,Gümüş eşik , mescid ve Sema'hâne görüyoruz.Çıkışta ise
Matbah-ı Şerif , Meydân-ı Şerif Odası, Derviş Hücreleri , Türbeler, Niyaz
Penceresi , Hamüşan ,Neyzenler Mezarlığı , Şeb-i Arus Havuzu , Şadırvan
,Selsebili sırasıyla görüyoruz.
Mevlevi Mezar Taşları ve türbeleri
ziyaret ediyoruz. Âsitânedeki Dört avluyu dolaşıyoruz. Birincisi 'Hadîkatu'l
Ervah' (Ruhlar Bahçesi) İkincisi 'Hâmuşân; diğerleri ise Kuzey ve
Doğu Avlular diyor Naim ve devam ediyor,
Dergahın çevresinde hücrelerce gelince bu hücreler 1001 gün çilesini tamamlayan dedelere verilirmiş ve kendilerine "Hücre nişin" ve "Dede" denilirmiş. Bunlar çileyi aşka dönüştüren gönül erbaplarıymış diyor Naim huşu içinde. Ama en çok Şeb-i Arusu merak ediyorum.Elimdeki kent rehberinden okuduğum kadarıyla, Şeb-i Arus;
Mevlânâ Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a
vuslat”, “Düğün günü”müş.Çünkü Mevlânâ ölümünü “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye
kavuşma” günü olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs; Mevlânâ’nın ölüm gününün
hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. Şeb, Farsça;
Leyle, Arapça “gece” demek olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet
ediyor.
Vuslat, Od , Ağu ve Çile…
Biraz önce Dergaha kabulun ön şartı olan
çileden bahsetmiştik.Şimdi ise gel gelelim çile çekmekten muradın ne
olduğuna; Naim çileyi şöyle tanımlıyor:
Çile çekmek nefis terbiyesinin önemli şartlarından biri ;fakat çileyle
birlikte eğitilen nefsin kıvama geldiğini en iyi raksederek görebilirsiniz,
tıpkı pervanenin ateşin etrafındaki dönüşü gibi.Bu dönüşün kendine has bir
adab-ı muaşeratı bulunurdu.Bu adabın en rakkase yansıması Sema yapmaktı.Naimden
dayanamayıp birazda sema hakkında bilgi istiyorum. Tebessüm ederek hay
hay diyor.
Semâ’, lügatte işitmek anlamına geliyormuş Terim olarak, mûsikî nağmelerin
dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmek kastediliyor.
Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce
Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı
Kâmil” e doğru yönelişini ifâde ediyormuş. Tabi Sema’nın öncesinde sıkı
bir eğitimden geçmek şartmış.
Öncelikle Semâ
talimine yeni başlayan Can, çıplak ayakla "Semâ talim çivisi"nin veya
"Semâ meşk tahtası"nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere
koyar, sağ dizini bükerek çökerdi. Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten)
sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin
diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi. Sonra ayağa kalkar, sol
ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini
yerleştirirdi. Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da
sağlamış olurdu.
Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına ise "çark'
denilirdi. Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç
bükülmezdi. Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol
dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere,
vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek
üzere yere basardı. Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu
ki buna, "Çark atmak" denilirdi. Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle
de yapılırdı ki, buna "Yarım Çark" denilirdi. Semaya başlayanlara
önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi. Bu alıştırma,
semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi. Direği, yerde
sürümeden sabit tutarak çark atmaya, "direk tutma" denilirdi.
Artık eğitim hakkında bilgi aldığımıza
göre şimdi de Sema’nın icra edildiği törenden de biraz bahsetmekte yarar
var.
Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le
başlarmış. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en
yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiriymiş.
Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce
Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce
cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir.
Na’’t’den sonra yapılan ney taksimi işte
bu ilâhî nefesi temsîl eder.
Semazen üstündeki siyah hırkayı
çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakkamını
temsil edermiş Böylece Allah’ın birliğine şehadet edermiş.
Semâzenler tek tek şeyh efendinin elini
öperek izin alır ve sema’a başlarlarmış.
Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı
tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek
intizâmı temin edermiş.
5 Selam& 7 Kapı
I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk
etmesi
II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde edişi
III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka
dönüşmesi
IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki
vazîfesine yani kulluğa dönüşü gibi anlamlara geliyormuş.. Çünkü İslâm’ da en
yüce makam, kulluktur.
IV.Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını
çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının
ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı”
denir.En sonunda da Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf”
okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla
Semâ’ Töreni sona erer..Ancak sema burada bahsettiğimiz kadar kolay bir hüner
değil.Sema ya katılacak canlar önce sıkı bir eğitimden geçirilirmiş.
Semanın içinde zikire dair bazı detaylar olsa bile zikir aslında başlı başına geniş bir konu, bu konunun inceliklerini de yine Naimden dinleyelim.
Zikir, Allah'ın isminin veya isimlerinden birkaçının tekrarlanması demek.
Sabah namazlarından sonra, ihya geceleri denilen pazar ve perşembe geceleri
ile, kandillerde yatsı namazından sonra yapılır. Zikirler eğer zikir tesbihleri
ile yapılırsa "Halkaya girmek" denilirmiş.
Zikir yapılacağı zamanlarda Şeyh
mihrabın önüne serilen kırmızı postun üzerine sırtı mihraba, yüzü cemaata dönük
olarak otururdu. Dervişler ise daire şeklinde (Halka halinde) yere diz çökerek
otururlardı. Oturma işlemi bitince, bir derviş zikir tesbihini getirir,
imamesini öperek Şeyh'e verir, sonra da diğer tesbih tanelerini halka halinde
yere sererdi. Dervişler kendi önlerinde olan tesbih tanesini öperek ellerine
alırlardı.
Zikir Tesbihi daha çok abanoz, ceviz
veya ıhlamur ağacından yapılırdı. Teşbihlerin taneleri iri, adedi ise 1001
olurdu. Tesbihin imamesi ve durakları "Mevlevi Sikkesi" şeklinde
yapılırdı.
Zikir Şeyh'in Besmele çektikten sonra,
yüksek sesle "Allah" demesiyle başlardı. Dervişler her Allah dedikten
sonra, ellerindeki tesbih tanesini sağa doğru yürüterek, kendi sağında oturan
dervişe devrederdi
Mukaddes Kitapta kalplerin ancak Allahı anmakla tatmin olacağından bahsediyor.Zaten Yaşamın eksik bıraktıkları değil midir bize düş gördüren? Bunalımlı insanları alışveriş mağzalarında daha sık görürüz kadınların alışverişi bırakamama nedeni de sanırım bu olsa gerek , kalplerini gerçek bir yaşam kaynağıyla doldurmadıkları müddetçe, ihtiyaçlarının parlak vitrinlerde satıldığını düşünmeye devam edecekler..nedeni kendilerine karşı yabancı olmalarından kaynaklanır.Çağımızdaki yüzeysel insanların kronik hastalığıdır tekdüzelik, derinde ve yükseklikten korkma olarak başlar ve kapalı mekan fobisine kadar izimizi sürer!
Dergahta Sıradan Bir Gün:
Dergahta Mevlevi dervişlerinin sosyal
yaşam alanı olarak genelde Meydan-ı Şerif kullanılıyormuş.Günlük ödevler yerine
getirilip de nefis söz dinlemeye başlayınca bu sefer kısa bir mola için
Meydan-ı Şerif tercih edilirmiş.
Mesela , Meydân-ı Şerife girenler
yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek
parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerlermiş. Tepsideki ekmek
parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise
sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunarmış. Sunulan bu kuru ekmek
parçalarına "çörek" denilir ve çörek istemeyen dedeler şahadet
parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öpermiş. Dışarı
meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı
Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirmiş.
Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü. Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi. Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arüs" töreni burada yapılırmış.
Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı. Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini okur, "Fatiha" der
Fatiha okunduktan sona şu gülbânk
çekilirdi;
"Vakt-i şerif hayrola, hayırlar
fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola,
sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevtana
sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"
Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi). Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi. Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.
Meydan-ı Şerif üstlendiği özel konumu gereği olarak nasıl önemli bir rol oynuyorsa , Dergah mutfağı da canların eğitiminde o denli önemli bir özelliğe sahipti.
Canlar Odası & Ateş-baz Veli
Dergahta iki tane mutfak vardı. Biri eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede,
Çelebi dairesinin yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı
köşesindedir. Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler
bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. "Ocakbaşı", yemek yenen
"Somatlık" gibi, hizmetlilerin kaldığı "Canlar Odası" da
buradadır.
"Mutfak" hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli müştemilatındandır. Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli makama sahip bulunan "Ateş-baz Velî" ünvanıyla anılan şahıstır. Adayın kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul edilen kişiye "Sema" talimleri de Somatlık'daki bu özel yerde yaptırılırdı.
Dergahın manevi havasından aldığım lezzet fevkalade! Ziyarete doyamıyorum, içim vecd ile dolup taşıyor,gönlümce söylüyorum mısralarımı ardı ardına:
Düşüp bayılmışım ! göksel bir deniz içinde,
Yıldızları mahi bilmişim; hikmet
kadehinden içince!
Sorarım şu çerağcıya uyanır
mıyım
sarhoşluğum geçince?
Yıldızlar ki burnumun dibinden,
sarhoşluğum geçince?
Yıldızlar ki burnumun dibinden,
Mahiler kalbimin içinden,
Cehennemsi sesler
Esfelüs ‘Safilinden,
Esfelüs ‘Safilinden,
Melekler hakkın rahmetinden,
Münkerden ve de Nekirden,
Erilden ve
dişiden..
Ayrılıyorum dergahtan, kulağımda terennüm ve deli
delişmen nağmeler Şemsi görmeye gidiyorum ayaklarımı sürüyerek.Gönlüm ilham ile
dolup vecde geliyor.Makama yaklaşırken dolup taşıyor gönlüm .İçimden
gelen naçizane duygularımı şöyle terennüm ediyorum:
Bari sen Söyle Pir‘im! nedir
bu iksirin envarı?
Dediler ki bu Cam-ı Nistidir.
Kadehi ise can
gibi haki ve de diridir,
Hergiz kim ola ,
Düşüre bu kulluk kadehini elinden,
Düşüre bu kulluk kadehini elinden,
Cam-ı Nisti kadehinde
kor gibi eriyecektir,
Hergiz düşüre
teslimiyet kadehini elinden,
İblise uşak olur, asılıp da belinden,
Hergiz kim ola düşüre
şükür kadehini elinden,
Mütmain olmaz sefih
gönlü,
Abraş Dilinden,
Abraş Dilinden,
Ve de nasibi olmaz
Aynel Yakinden,
Ve de kim düşüre
çalışmak kadehini elinden,
Ölesiye muzdarip
olur
El Açıp Kederinden
,
Ve de kim
düşüre Umut Kadehini Elinden,
Yeisle bühtan olur
can-u derinden ..
Devam edecek…..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder